Ümmetin Haccı

Hatıralarla Mübarek Sefer

“O’na varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” fermanıyla farz kılınan hac, âyetin ifade ettiği gibi Allah’ın hakkı olarak ve Allah’ın rızası için eda edilmelidir.

“O’na varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ıninsanlar üzerindeki hakkıdır.” fermanıyla farz kılınan hac, âyetin ifade ettiği gibi Allah’ın hakkı olarak ve Allah’ın rızası için eda edilmelidir. Bununla beraber,Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların zaman zaman bu asıl gayenin dışına çıktıklarını ve çıkacaklarını görmüş, âhir zamanda hacca dört grup hâlinde gidileceğini ifade etmiştir: Ricâl-i devletin, tenezzühe çıkan bir turist edasına bürüneceğini; zenginlerin, ticaret yapıp mallarına mal katma gayesi güdeceğini; fakirlerin, şefkat ve merhamet atmosferini kullanarak daha iyi dilenmeyi düşüneceğini ve güzel Kur’ân okuyan, âlim kimselerin de, sum’a ve riya, başkalarına seslerini ve şöhretlerini duyurma ve ilm ü irfanlarını gösterme arkasına düşeceğini söyleyerek, hac ve umrelerini yalnızca Allah için yapmaları hususunda ümmetini  uyarmıştır.

Bu nebevi ikazın gereğini yerine getirdim mi bilemiyorum ama Allah’ınizn u inayetiyle daha önce hac vazifemi eda etmiştim. Fakat izdivacım esnasındaeşim mihr olarak hac talebinde bulununca bir kere daha hac rüyaları görmeye başlamıştım.

Bir iki sene iştiyakla fırsat kolladık. Bu sene seyahat niyetimizkesinleşince 3 ay öncesinden hazırlıklara başladık. Hacla ilgili CD’ler temin ettik. Pek çok kitap alıp sırayla hepsini okumaya başladık, bir kısmının altını çizdik, bazılarından notlar aldık. Bu arada hac esnasınca yürümemiz gereken onca mesafeye dayanabilmek ve daha rahat vazife yapabilmek için günlük yürüyüşlere başladık, bu yürüyüşler sırasında da vaazlar dinledik, CD’leri izledik, hacforumu ve diyanet usa gibi internet sitelerini takip ederek çok güzel bilgilere ulaştık…

İmam Gazali Hazretleri “Hacca gidecek insanın ilk hazırlığı yol arkadaşını belirlemek olmalı!” diyor. Eskiler bu gerçeği eskimez bir kalıba dökmüşlerdir: “Evvel refik, sümme’t-tarik: Önce yol arkadaşı, sonra yol” İnsan o mukaddes topraklarda ve bilgi, marifet, aşk u heyecan isteyen bu zor ibadet esnasında “salih ve hüşyar bir arkadaş”ın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyor. Hazreti İmam’ın bu nasihatine de uygun olarak çok güzel bir arkadaş grubu oluşturduk.

Amerika’dan hacca gideceğimiz, aynı zamanda dönüşte sıla-yı rahim de yapacağımız ve hacda hiç alışveriş yapmamaya karar verdiğimiz için ailelerimize götüreceğimiz hediyeleri önceden hazırladık. Mukaddes beldelerden sadece hurma ve zemzem getirecek, vaktimizi çarşı pazarda tüketmeyecektik.

2 Kasım’da Amerika’dan, 5 Kasım’da da Türkiye’den ayrılarak Cidde üzerinden Mekke’ye gittik. İhrama girdikten sonra dilimizde hep telbiye vardı.

“Lebbeyk Allah’ım! Sırtıma kefenimi giydim. Sevdiklerimi ve dünyamı arkamda bıraktım. Baş açık, ayak yalın Sana geldim. Rahmet denizinde damla olmaya geldim. Ümmet okyanusunda çağlamaya, günahıma ağlamaya, yanmaya, pişmeye ve olmaya geldim. Buyur Allah’ım buyur! Ben sözünü bozanım, Sen vadinden dönmeyensin. Ben yetersizim, Sen mükemmel, ben isteyenim Sen verensin. Ben memurum, Sen amirsin, ben konuğum, Sen ağırlayansın. Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!. Adem olup adam olmaya, İbrahim olup yanmaya, İsmail olup kurban olmaya, Hacer olup teslim olmaya geldim! Kendi adıma geldim, boynu bükük ümmet adına geldim. İslam’ın öksüzleri, yetimleri adına geldim!. Mazlum coğrafyam, mazlum vatanım, mağdur insanım, metruk Kur’anım, mükedder imanım adına geldim. İşgale uğramış yüreğim, tahrife uğramış aklım, tahribe uğramış düşlerim ve umutlarım adına geldim…”

Mekke.. Mescid-i Haram.. Kâbe.. tavaf.. sa’y… Her şey ne kadar da güzel, orijinal, şaşırtıcı, heyecanlandırıcı, baş döndürücü. Babüsselam’dan içeriye girdik. Kabe’ye yaklaştıkça kalabalıklaşıyordu etrafımız, insanlara çarpmadan ama grubumuzu da kaybetmeden ilerlerken siyah örtüsüne bürünmüş, peçesini indirip ihrama girmiş Güzel karşımızda belirdi. Merdivenlerden inerken gözümüzü ondan alamıyorduk. Dilimizde ve gönlümüzde bir kıpırtı, heyecan… ve Kâbe’yi ilk görüşteki duanın kabulü fırsatını kaçırmama telaşı… Sonra dile gelen talepler, dualar, yakarışlar ve gözlerden süzülen yaşlar.. “Allahım rızan, Allahım marifetin, muhabbetin… ahh günahlarım.. ahh ümmet-i Muhammed’in hali…” yana yakıla dua, gözyaşlarıyla dua… inleyerek dua.. ama yetmedi, yetmezdi de… ne söylesek, ne istesek yetmezdi…

Allah Teâlâ, içimize hac iştiyakını düşürüp yolculuk için şartları mümkün kılınca, o kutsal mekanları ve bereketli zaman dilimlerini nasıl değerlendirmemiz gerektiğini sormuştuk. Peygamber köyünün hasreti ve oraya gidememe hicranıyla yanan Hocamız, bu sorumuz üzerine çok hislenmiş, gözleri yaşarmış ve şunları söylemişti:

“Hac, farz bir ibadettir; imkanı olan mutlaka bu vazifesini eda etmelidir. Ne var ki, bu devirde, hakiki inanmış bir gönül sadece kendisi için hacca gitmez. Haccınızı şahsilikten çıkarıp “ümmetin haccı” haline getirebilecekseniz gidin oralara. Bugün, ümmet-i Muhammed gariptir, dertlidir ve ızdıraplar içindedir. Ümmet-i Muhammed için hac yapacak, o kutsal atmosferi “Ümmet ümmet” iniltileriyle daha bir ısıtacak gönüllere ihtiyaç vardır. “Allahümme feracen ve mehracen liümmeti Muhammedin” deyip ağlayacak, etrafındakilere de insanlık için gözyaşı dökme iştiyakı mayalayacak sinelere ihtiyaç vardır.”

Hocamızın bu sözleri üzerine, kendisinin o günden itibaren yola çıkacağımız zamana kadar değişik meclislerde tavsiye ettiği duaları bir araya getirmiştik. Kendimiz dua ve niyazın hakkını veremesek de, o duaların fotokopilerini hazırlayarak orada içli dua ediyor gördüğümüz kimselere dağıttık.Kabe karşısındaki o ilk duamızdan itibaren hemen her durakta aynı duaları tekrarlamayı ihmal etmedik.

O gece tavaf ve sa’yimizi yapıp sabah namazını kıldıktan sonra otele döndük. Mina’ya ve arkasından Arafat’a çıkacağımız âna kadar her gün en azından iki umre ve kalan vakitlerde mümkün olursa nafile tavaf yapmaya karar vermiştik. Muhterem Hocamızın tavsiyesine uyarak daha çok umre yapabilmek için kendimizi zorlayacak, Peygamber Efendimiz’den başlamak üzere büyüklerimize, anne-babalarımıza, dost ve arkadaşlarımıza umreler yapacaktık. Hazırladığımız dua listelerini defalarca okumaya ve böylece haccımızı şahsîlikten çıkarıp şahs-ı manevînin mi’racı haline getirmeye çalışacaktık.

Ne var ki, her umre için gusül almak, ihram elbisesine bürünmek, taksi tutmak, mîkata gitmek, ihrama girmek o kadar kolay olmadı. Her defasında sekiz-on kişilik grubumuzla lobide buluşup otelin önündeki yolun karşısına geçip hepimizin birlikte binebileceği bir araba tutmaya çalıştık. Peşi peşine arabaları durduyor, pazarlık yapıyor, makul fiyatta anlaşana kadar akla karayı seçiyorduk. Aramızdaki mühendis, hoca, tekvandocu… değişik meslek gruplarından ve arabaların önüne atlayıp pazarlık yapma gibi hiç tecrübesi olmayan arkadaşlar utana sıkıla, işi şakaya vurarak günde dörder defa taksi tutmayı başardılar. Tutulan arabayla önce Ten’im’deki Hazreti Aişe mescidine gidiyor, iki rekat namaz kılıp ihrama giriyor, umreye niyet ederek oradan da Mescid-i Haram’a dönüp umremizi yapıyorduk.

İlk günden beri o kadar çok taksi tuttuk ki… Önceleri kişi başına beş riyal istenirken, son güne doğru fiyat 200-300 riyale kadar çıktı. Hele bazı şoförler arabaya binmeden önce başka fiyat, arabaya bindikten sonra başka fiyat söylediler. Kaç kişi kızıp taksiden inip yaya gitmeyi tercih etmiştir bilemem… Efendimiz’in Mekke’sinde, o mukaddes mekânlarda insanların sömürülmesi, fırsatçılık yapılması ve bazı gayr-i ahlaki tavırlar sergilenmesi hepimizi çok üzdü, sarstı ve bazı arkadaşların içinde Mekke insanlarına karşı hüsn-ü zan kırıldı. Her ne kadar Mekke’nin kudsiyeti ve orada yaşanan her hadisenin bir imtihan olduğu hususlarında birbirimizi uyarmaya çalışsak da, kimi arkadaşların gönüllerinde iz bırakacak olan sisi-dumanı dağıtmaya gücümüz yetmemişti. Şükürler olsun ki, Cenab-ı Hak, bir veli kulunu imdada gönderdi.

13 Kasım Cumartesi günüydü. O âna kadar isimleri aramızda paylaşarak Peygamber Efendimiz’den ev komşularımıza kadar pek çok insan için umre yapmıştık. İlmihal kitaplarında şahs-ı manevî için umre yapmakla ilgili bir husus olmadığını bilmekle beraber, gönüllüler hareketinin adanmış ruhlarına bir vefa borcu olarak hizmetin şahs-ı manevisi adına umre yapmak üzere anlaştık. Bazıları “Bütün hac yolcuları Mekke’ye ulaştı, bugün en kalabalık gün. Araba da bulamayız, mikata da gidemeyiz, vazgeçelim bu işten” deseler de, hizmet fedâkarlarına duyulan medyuniyet bütün düşüncelere galebe çaldı ve ne olursa olsun onlar için umre yapma fikri kabul gördü. İkindiden sonra lobide buluşup yolun karşısına geçtik. Bayram yaklaştığı ve insan sayısı arttığı için uygun fiyata araba tutmak çok zor olacaktı. “Ten’im, Harem, kem riyal?” gibi cümlelerle birkaç arabaya işarette bulunmuştuk ki, iri jip tipli siyah renkli bir araba önümüzde duruverdi. Hac sezonunda taksilerin dışında, normal araba sahipleri de kaçak taksicilik yapıyorlar; onlardan biri zannedip ona da fiyat sorduk. Şoför eliyle atlayın arabaya diye işaret etti. Fiyatta anlaşamazsak bir anlamı olmayacağı için “kem riyal” diye ısrarla sorduk. Arabanın sahibi de işaret parmağını havaya kaldırarak sustu. Bu “yüz riyal” mi demekti, “Sadece Allah bilir” mi demekti, yoksa “Siz değil, Allah verecek” mi demekti, çözemedik, ama şoförün öyle temiz ve mütebessim bir hali vardı ki, gayr-ı ihtiyari arabaya yöneldik. Biz binerken o da “Rahman’ın misafirlerinin ücreti ödendi” türünden bir şeyler söyledi.

Arabaya binince nereye gideceğimizi bir kere daha sordu. Umre için Ten’im’e, Hz. Aişe Mescidine gideceğimizi öğrenince “Bizim mezhepte bugün umre olmaz, ama biliyorum ki siz Hanefîsiniz. İmam-ı Azam’a bambaşka bir hürmet ve muhabbetim var. O olur diyorsa, vardır bir bildiği” dedi. Adı Naif olan bu mübarek zat, bizden gelen sorulara göre kâh İngilizce, kâh Arapça konuşuyordu. Hele Arapça konuşurken her kelimesi anlaşılır, tane tane ve yüzü de hep mütebessimdi. O gün hiç dışarıya çıkmayı planlamıyormuş, hele arabasına başkalarını almayı hiç düşünmüyormuş. “Aslında dışarı çıkmayacaktım, evimde otururken adeta bir güç beni dışarı attı. Sizi görünce de dayanamayıp durdum.” dedi. İlk kez umre yapmadığımızı da anlayınca çok güzel bir üslupla “Siz umre yapmışsınız, bilirsiniz, ancak bir de ben anlatayım size” diyerek umreyi bir güzel tarif etti. Pek çok ayet ve hadis okudu. Nerede hangi duanın yapılması gerektiğini söyledi. Bilhassa sa’y esnasında Safa tepesine gelince hızlı geçmemeyi, orada yapılan duaların makbul olduğunu, orada durup güzelce dua etmek gerektiğini belirtti ve orada çok dua etmemiz için adeta yalvardı.

Bir ara “Ben Türkiye’ye hayranım, Türkiye’de neş’et eden bambaşka bir gençlik görüyorum, heyhât ki bizim gençlerimiz arasında ateizm sürekli yayılıyor. Siz Rahman’ın misafirlerisiniz, dualarınız makbuldür. Ne olur bizim gençliğimize de dua edin.” dedi. Bunu söylerken bazı istatistikî bilgiler de verdi ama moral bozmamak için bunları söylemeyeceğim.

Biz yolda böyle ilerlerken Ten’im’e daha kestirmeden gidebilmek için Mescid-i Haram’ın önündeki caddeyi kullanmak gerekiyordu, ama orası yayalara açılmış, araba trafiğine kapalıydı. Bizim Naif Bey, arabayı sağa çekti, indi, başındaki beyaz örtüsünü düzeltti ve kapatılan yolun başında bekleyen polisle konuştu, tokalaştı; polis bize eskortluk yapıp bizi o yaya yolundan geçirdi. Arabadaki herkes şaşkındı. Biraz daha gittik, yine kapalı bir yol.. bu sefer tekrar indi, polisle konuşup tokalaştı, bu polis de yine eskortluk yapıp bizi o kapalı yoldan da geçirdi… Onun vakur hali, arabadan inişi, sakin yürüyüşü, polislerle konuşmasındaki üslubu… o kadar cezbediciydi ki, bir de kapalı kapıları bile bize açtırınca şöyle sormadan edemedim: “Hazret, sen Hızır mısın nesin, sana bütün yollar açılıyor, bu ne iş?” Bunun üzerine Naif Bey deniz kuvvetlerinde komutan olduğunu ve bunu polislere bildirince kendisine yolu açtıklarını söyledi.

Kırk dakikadır yolda olduğumuz halde çok fazla ilerleyememiştik. Fakat bu güzel insanın vaktini aldığımız için üzülmeye başlamış, hatta “Biz burada inip başka arabayla gitsek, daha fazla vaktinizi almasak” demiştik. Ne ki o, “Artık benim misafirlerimsiniz, yerinize ulaştırmadan sizi bırakmam.” Cevabını vermişti. Bir aralık hanımıyla telefonda görüşen ve Mina için hazırlık talimatları veren Naif’e Arafat’ta nasıl dua edeceğini sordum. “Şehadet isteyeceğim, şehit olmayı dileyeceğim” dedi. “Dost, senin gibi birisi ümmete çok lazım, önce gücün yettiğince hizmet etmeli değil misin?” dedim. Az düşündü, tebessüm etti ve “Çok doğru, önce hizmet, sonra şehadet” cevabını verdi.

Çok nezih, nezaket sahibi olan Naif Bey, trafiğin iyice tıkandığı esnada sıkıldığımızı da görünce “Çay içer misiniz?” diye sordu. Şaşkınlıkla ancak “Size çok zahmet verdik, çay da vakit alır, gecikiriz; siz bizi sadece Ten’im’e bırakın, biz kendimiz geri döneriz” diyebildim. “Hayır, gecikmeyiz” deyip bir anda arabayı durdurdu, indi, arka bagajı açtı, renkli hasır bir sepeti alarak dönüp yerine oturdu. İçinde şekerli sıcak çay olan bir termos, plastik bardaklar, taze nane ve sandviç ekmekler bulunan sepeti bize uzattı. Çayları doldurup önce ona ikram etmek için bir bardak uzatınca Naif Efendi oruçlu olduğunu söyledi. Biz mahçup olmayalım diye de “Siz misafirsiniz, oruçlu olmanız gerekmez, afiyet olsun” dedi. Arkadaşlarımız ikram edilen sıcacık naneli çayı şifa niyetiyle içiverdiler.

Bizi Ten’im’e ulaştırdığında akşama az kalmıştı, kerahat vaktiydi, bu sebeple ihram namazı  kılamayacağımız için, arabadan inmeden harem sınırından çıktık, umre niyetimizi yapıp, telbiyemizi getirip ihrama girdik. Telbiyeler eşliğinde Mescid-i Haram’a gelirken arabadaki arkadaşlar beni sürekli dürtüp sıkıştırıyorlardı: “Hocam bu güzel insan mutlaka bilir, bir sorsana Mekke’de Efendimiz’in soyundan kimse var mı?” Arkadaşların ısrarları artınca mübarek mihmandarımıza dönüp “Acaba günümüzde Efendimiz’in soyundan yaşayan insanlar var mı?” diye sordum. Muhatabım gülümseyerek başını çevirdi. “Yoksa siz onlardan mısınız?” deyince “Elhamdülillah, ben Rasül-ü Ekrem’in torunlarındanım!” cevabını verdi, mahcubiyetini ve bu payenin hakkını veriyor olma dileğini de ekledi. Uzun ama rüya gibi bir yolculuktan sonra bizi Mescid-i Haram’a kadar getirdi, bıraktı.

Aslında bizi sadece trafikten ve yol zahmetinden kurtarmadı. Bazılarımızın kalbinde oluşmak üzere olan mülahaza sislerinden de azade eyledi. Evet, şahs-ı manevi için niyetlendiğimiz umrenin bereketi ve adanmışlara vefanın kerameti olsa gerektir ki, Cenab-ı Allah öyle birini karşımıza çıkarmakla bize merhamet etti ve Mekke insanlarına karşı içimizde yanlış düşüncelerin oluşmasını önledi.

 

Terviye günü (Arefe’den bir gün önce), sünnet olduğu üzere beş vakit namazı orada kılmak üzere Mina’ya gittik. Kıldığımız tesbih namazı gecemize ayrı bir güzellik kattı. Teheccüd vaktinde daha fazla bekleyemeyip Muhterem Hocaefendi’ye telefon ettim. Bir insan için en önemli randevulardan birisi olan Arafat’a çıkmamıza birkaç saat kalmıştı. Hocamızın duasını bir kere daha almazsak sanki hazırlıklarımız yarım kalacakmış gibi bir hisle telefona sarılmıştım. Cevherin kadrini cevherfüruşan olan bilir. Hocamız daha Arafat der demez gözleri yaşaran bir insandır. Ondan, yapacağımız dualara “ Amin” demesini talep edip dualarıyla bizi desteklemesini dilendikten sonra “Orada ne diyelim? Nasıl dua edelim?” dedim. Gözyaşıyla bohçalanmış cevap şöyle olmuştu: “Allahım, ne olur ümmet-i Muhammed’in bükülen kaddini yeniden doğrult!”

Evet, Rasûl-i Ekrem Efendimizin “Hac Arafat’tır” buyurarak dikkat çektiği Arafat’ta vakfe, en büyük randevu. Ölü kalblerin bile ilahi teveccüh ve tecellileri duyabileceği bir zaman ve mekan dilimi.. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in orada yorulmasına rağmen hiç ara vermeden dua ettiğini ve “ümmetim, ümmetim” diye yakardığını anlatıp “Allah aşkına, bir gün yemeseniz, içmeseniz, uyumasanız ölür müsünüz? Ne olur, Arafat’ı boşa harcamayın!” diye çok tembih eden Muhterem Hocamızın bu ikazlarına binaen “Aman öğleden akşama kadar hiç vakit fevt etmeyelim” diye baştan anlaşmıştık. Bizim çadırımızda merasim türü şeylerin olmaması, riyaya, süm’aya  girilmemesi, sen yapacaktın, ben yapacaktım tavırları sergilenmemesi, mevlithanlık yapılmaması konusunda da kararlar almıştık: Sırayla herkes mikrofonu eline alsın, kimin neyi varsa Rabbine içini döksün, diğerleri de amin desin; burada gerçekten Ümmet-i Muhammed’in dertlerine derman aransın, milletimizin problemlerine çözüm yolları dilensin ve gönüllüler hareketinin fertlerine samimi dualar edilsin.

Arafat vakfesine, yani öğle namazının vaktine az kala bir kere daha birbirimize bu kararlarımızı hatırlattık. Arafat’ın ne olduğunu, vakfenin ne manaya geldiğini ve ne için dua etmemiz gerektiğini bir kere daha konuştuk. Öğle ve ikindi namazlarını cem-i takdim ile kılar kılmaz, hep beraber ayağa kalktık, ellerimizi açtık ve Rabbimize yalvarmaya başladık. Aman ya Rabbi, o ne sözlerdi.. o ne güzel dualardı.. o ne tatlı ifadeler ve o ne içli hıçkırıklardı.

Önce Cemal hocamız, el-kulûbu’d-Daria’nın bazı bölümlerinden ve kendi gönlüne doğan niyazlardan enfes sözlerle bir dua yaptı. Hele onun “Allahu Ekber” deyip Cenab-ı Allah’ın büyüklüğünü ilan  derken bir haykırışı vardı ki, hepimizin yüreklerini dağladı desem sezâdır. Sonra Abdürrahim Özcan hocamızın her cümlesinde ümmet-i Muhammed’i zikrettiği münâcâtı… Ve daha sonra da başka arkadaşlarımızın adanmış ruhlar hakkındaki niyazları, şu kurban mevsiminde dünyanın dört bir tarafına, bu defa da kurban vesilesiyle gönül köprüleri kurmaya koşan fedakârlara duaları; bütün mü’minlerin, milletimizin ve hasseten hizmet erlerinin ihtiyaçlarına dair istekleri, talepleri herkesin gözlerini yaşarttı, herkesi ağlattı. Öyle ki, bizim çadırımızda bir manada sadece hıçkırık sesleri duyulur hale gelmişti. Samimi gönüllerin “Geldiğimiz gibi döneceksek, döndürme, al burada canımızı Allah’ım… Yaşatacaksan, ne olur bizi adanmış ruhlara yakışır bir hayata mazhar kıl!..” çığlıkları her yanı sarmıştı. Evet, dua ayakta başlamıştı, ama kesintisiz iki saat kadar devam eden vakfe boyunca kimi beyler ve bayanlar yorulup oturmak zorunda kalmış, biraz soluklanınca yeniden ayağa kalkıp semadan bir şeyler koparırcasına ellerini göğe uzatarak duaya devam etmişlerdi. Bu ilk fasıldan sonra beş on dakika abdest için ara verilse de, ihtiyaçlarını giderenler yine duaya dönmüş ve güneş gurub edip Müzdelife’ye gidiş hazırlıkları başlayana kadar bu böylece sürmüştü.

Bazı rivayetlerde, Peygamber Efendimiz’in Müzdelife’de de çokça dua ettikten sonra bir ara tebessüm buyurduğu; çünkü orada Arafat’ta vakfesini yapıp Müzdelife’nin hakkını veren insanların kul  haklarının bile bağışlanacağı müjdesini aldığı anlatılır. Bundan dolayı, Muhterem Hocaefendi, Müzdelife’de de duayı ve vakfeyi eksiksiz yapma noktasında çok tembihte bulunmuştu. Biz de bu tembihe uygun hareket etmeye çalıştık. Müzdelife’ye varır varmaz taşlarımızı toplayıp akşam ve yatsıyı cem-i te’hir ile kıldık. Biraz dinlendikten sonra gece teheccüd ve hacet namazları için kalktık. Vakit girer girmez de sabah namazını eda edip yine vakfeye ve duaya giriştik. Cemal hocamızın “Artık bittim” diyene kadar yaptığı dualara gözyaşlarıyla “amin!” dedik. Dünyanın hiçbir yerindeki mü’minleri, bilhassa hizmet erlerini unutmamaya çalıştık. Bir aralık “Ahh Özbeğim!” diye de inledik. Güneşin doğmasına çok az kalmıştı ki “artık şeytana ok yağdırma zamanı” deyip Mina’ya doğru yola çıktık.

Cemrelere yaklaştıkça bir heyecan sardı hepimizi… Etrafımızdaki insanların bir kısmı sanki “Allah, Allah, Allah…” diyerek düşmanını alt etmeye cenge gidiyormuş gibi koşar adım ilerliyorlardı. İnsan onlarla birlikte koşmamak için kendini zor tutuyor, toplum psikolojisi işte… Cemrelerin biraz daha boş olan arka tarafına doğru gidip devasa taş duvara leblebi küçüklüğünde yedi tane taşı her seferinde “Bismillahi Allahu Ekber rağmen lişşeytani ve hizbihi” diyerek attık… O sırada A. Şeriati’nin ve Ahmet Kurucan hocamızın kitaplarında şeytan taşlamanın hikmetleriyle alakalı anlatılanları da hatırlamaya çalıştık.

Orada vazifemizi bitirip topluca otele doğru yürümeye başladık büyük insan selinin içinde. Ne yazık ki yerlerdeki çöpler, kötü kokular… Bir de mafyalar tarafından eli, kolu, bacağı kesilmiş, yüzü  kezzaplanmış dilenci çocuk ve kadınların yol boyu belirli aralıklarla dizilip dilenmeleri yüreğimizi çok burktu.

Ne çöpünü, çamur gibi simsiyah olmuş ihramlarını sokak ortalarına atan ve kötü kokuya sebep olanlara, ne de tavaf esnasında ya da yolda yürürken önündekini itip kakan, çarpıp geçenlere kızabildik! … Üç yüz yıldır türlü türlü komplolara kurban giden, dinini doğru şekilde öğrenemeyen, her gün başlarının üstünden kurşunlar bombalar geçen, türlü türlü fitnelere, bölünmelere maruz kalan, kafirin zulmü, işgali altında yaşayan bu insanlara nasıl kızabiliriz ki?! … Müminnlerin çoğu asrın dertlerine vakıf bir rehber, kendilerine Efendimiz’in üstün ahlâkını hâliyle gösterecek bir rehnümâ bulamadılar ki!.. Derin bir nefes alıp yutkunmaktan ve Ümmet-i Muhammed için dua etmekten başka ne gelirdi ki elimizden! Ancak yapılan hizmetlere sahip çıkıp, vefalı ve sabitkadem olmaya çalışmak, insanların hüsn-ü zannını kıracak davranışlardan uzak durmak ve kardeşlerimizin yüzünü yere eğdirecek hareketlerden kaçınmak gibi ağır sorumluluklarımız omuzlarımızda uzaklaştık oradan.

A.Şeriati’nin dediği gibi; “Arafat; “bilgi”, tanıyış, biliş ve ilmi ifade eder. Meş’ar; “şuur”u, anlayışı, kavrayışı ifade eder. Ve Mina; “aşk”ı, imanı ifade eder.” Bunların her birinin tahlili bir kitaplık yer ister. Bu mukaddes mekânları zikredip geçecek ve orada duaların ne kadar çabuk ve harikulade şekilde kabul edildiğine dair bir hadise anlatacağım:

Bir gün, Mescid-i Haram’a gidecektik. Yürüseydik belki 40 dakikada varabilirdik. Trafik tıkalı olduğundan gönlümüz yürümekten yanaydı. Fakat hiçbir hayırlı işte bizden ayrılmak istemeyen ama bacaklarındaki rahatsızlıktan dolayı yürümekte zorlanan bir ablamız “Ne olur, beni bırakmayın, fakat ben yürüyerek gidemem” deyince trafiğe takılmayı da göze alarak bir minibüse bindik. Akşam namazına 50 dakika kadar kalmıştı ve niyetimiz Mescid-i Haram’daki cemaate yetişmekti. Ancak trafik her zamankinden daha çok sıkışıktı ve 500 metrelik yolu yarım saatte kat’edememişti arabamız. O esnada, arkadaşlarla Mekke’de duaların kabulüyle alakalı konuşuyorduk. Bir aralık “Allah’ım, bizi namaza yetiştir, diye dua edelim ama bu nasıl olacak ki! Ancak bir vinç ya da uçak olmalı ki, o kadar şerit arasında bizim şeritten bizim arabamızı kaldırıp alsın ve Mescid’in yanına bıraksın.” dedim. Arkadaşlar da benzer şeyler söylediler. Hep beraber “Ya müfettiha’l-Ebvab iftah lena tarîkanâ – Ey olmadık kapıları açan Rabbimiz, bize de yolumuzu aç” demeye başladık. O esnada ayaklarından rahatsız olan ablamız da arkada dert yanıyor, özür diliyor “Benim yüzümden cemaati kaçıracaklar, Allahım yardım et!” diyordu. Biz bu dualar eşliğinde santim santim ilerlerken, önümüzde polis barikatı ve kontrolü olduğunu gördük. Şoförümüzü birden derin bir telaş sardı. Aniden bize döndü ve “Polisler sorarlarsa aileyiz diyeceğim, siz de sesinizi çıkarmayın…” dedi. Meğer şoför kaçak çalışıyormuş ve yakalanırsa hapse atılacak, arabasına da el konulacakmış. Arabamız barikata yaklaştıkça şoförün elleri titremeye başladı. Rengi iyice kaçmıştı. Polislerden biri bize geçin diye işaret etti. Fakat işaret edip gösterdiği yön yaya tüneliydi ve tünelde tek bir aracın gitmesine bile izin verilmiyordu. Şoför bir an tereddüt geçirince polis tekrar tünele doğru işaret etti. Üçüncüde düdük eşliğinde bir kere daha geçin işaretini alınca şoför tünele doğru sürmeye başladı. Her taraf yaya giden insanlarla doluydu. Sadece bir araba vardı tünelde, o da bizimki. Tünelin trafiğe açılmış olabileceğini düşünerek hep beraber arkaya baksak da başka bir araç göremiyorduk. Bizim araba tünelde tek başına hızla ilerlerken şoför çığlık çığlığaydı “ma fihisseyyarah… bizimkinden başka araba yok, bakın bakın bizimkinden başka araba yok..” Gerçekten de öyleydi, Kâbe’ye varana kadar ne önümüzde, ne arkamızda, ne de yanımızda başka araba yoktu. Şoför hem hapse atılmaktan kurtulmanın hem de harika bir şekilde Mescid’e ulaşmanın şevkiyle para istemeyi bile unutacak haldeydi. Bu apaçık bir ikramdı… “Beni bırakmayın” diyen ablamızın yüzüsuyu hürmetine geldiğine inandığımız bir ikram… Elhamdülillah… Arabadan indiğimizde ezan yeni okunuyordu, koşarak mescide doğru gittiğimizde cemaatin birinci rekâtına yetişmiştik… Duaların kabul olduğu o yerde hiç olmayacak bir şekilde bizim duamıza da kabul mührü vurulmuştu.

Bayramın ikinci günü yatsı vakti yaklaşmıştı, Mescid’in üçüncü katında Kâbe’ye bakarak dua ediyorduk. O hafta içerisinde Mescid-i Haram’da İstigâse Namazı kılınmış, yağmur duası yapılmıştı. Biz namazı beklerken arkamızdaki bir grup yağmur duasında olduğu gibi “Ya gıyâse’l-müsteğîsîn, eğisna” diye yakarıyor; rahmet yağmasını diliyordu. O esnada elimize bir iki damla düşüverdi. Yarım saat sonra da bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. İlk gök gürlemesi ve şimşekle beraber mescidin her yanından tekbir ve tesbih sesleri yükseldi. Sözleşmişcesine eller yukarıya kaldırıldı ve etraf hıçkırık sesleriyle doldu. Hem bayram hem Mescid-i Haram hem namaz vakti hem yağmur… Derken bir de ezan. Ezan başladığında hisler iyice galeyana gelmişti. Duanın kabulü için gereken bütün zarflar tamdı. En çok dile getirilen mazruf da ihtimal “Allahümmerham Ümmete Muhammedin – Allahım, ümmet-i Muhammed’e (aleyhissalatü vesselam) merhamet eyle” niyazıydı.

Cemal Hocamız o esnada Kâbe kapısının tam karşısındaydı. Yağmurun ilk katreleriyle beraber çok duygulanmış, en engin hislerle dolmuş ve “Rahmet-i ilahiyeden taze kopup gelen bu damlalar hürmetine ümmete dua edin!” mealinde Arapça haykırmaya durmuştu. O “Allahım ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle, deyin; ümmet-i Muhammed için rahmet dileyin” diye bağırdıkça “Allahümmerham ümmete Muhammedin” diyerek sesini yükselten bir mübarek koro oluşuvermişti mescidde. O gece namaz sonrasında otele giderken arabanın muavini şöyle demişti: “Bizde bir inanış vardır; eğer kurban bayramının ikinci günü yağmur yağarsa, üçüncü günü de yağacak demektir, bu da o sene haccın makbul olduğuna işarettir…”

Daha sonra öğrendik ki; Hocaefendi her zaman olduğu gibi Hac boyunca Mescid-i Haram, Kabe, Mina, Arafat ve Müzdelife manzaralarını televizyondan canlı seyretmiş. Bazı insanların kameralara el sallamalarından, vakitlerini boşa harcamalarından ve laubali tavırlarından dolayı çok üzülmüş; hatta sitemlerini dile getirmiş. Fakat o yağmuru dua için fırsat bilen, ıslanma korkusuyla kaçışmayan ve huşu ile Rabbe yakaran insanları görünce çok sevinmiş; “Bu, bu seneki haccın makbuliyetine emaredir” demiş.

İşte o yağmurlu günün ertesinde şeytanı üçüncü kez taşlayıp Mescid’e doğru yürümeye başlamıştık ki tam tünellere yaklaştığımız an, muavinin sözünü tasdik edercesine, yeniden yağmur başladı. Hem bu defa saatlerce şakır şakır yağdı. Hepimiz sırılsıklam ıslandık ama her damlayla aynı zamanda içimizin ısındığını hissettik.

O mukaddes beldelere gidebilen herkesin arzu ettiği hususlardan biri Haceru’l-Esved’e (Saadetli taş manasına Haceru’l-Es’ad da denebilir) el sürebilmek, Peygamber Efendimiz de dâhil pek çok nebinin ve velinin dudaklarının değdiği yeri öpebilmektir. Arkadaşlarımızdan biri de orada kaldığı sürece hep bu sevdayla yatıp kalkmıştı. Fakat o izdihamda başka müminlere eziyet etme korkusuyla bu arzusunu gerçekleştirmeye kalkışmamış, uzaktan uzağa hasretle seyretse de Haceru’l-Es’ad’e hiç yaklaşamamıştı. Artık ayrılık vakti gelmek üzereyken “Ben böyle boynu bükük mü kalacağım?” diye düşündüğü bir anda zihnine bir dua fikri düşmüştü. Ellerini açmış, “Allahım benim bu kirli dudaklarım Hacer’i öpmeyi hak etmiyor. Fakat ya Rabb, ben koca bir gönüllüler hareketinin küçük, zavallı ferdiyim. Bu kutlular kervanındaki arkadaşlarım hürmetine dudaklarım şereflensin. Lütuf buyur, Hacer’i öpen dudaklarım adanmış ruhların dudakları sayılsın. Onlar hürmetine ve onlar yerine öpeyim o Saadetli Taş’ı.” diye yakarmış. O duasını tamamlar tamamlamaz, nereden geldiğini göremediği bir el o arkadaşımızın bileğinden tutuvermiş. Bakmış ki kendisinin belki iki katı kocaman siyahi bir adam onu bileklerinden çekiyor. Yanındaki dostlarının şaşkın bakışları arasında zorla çekilerek Rükn-ü Hacer’e kadar götürülen arkadaşımızın başı Hacer’in mahfazasına doğru itilmiş. O dev cüsseli şahıs, arkadaşımızın üzerine kollarını gerip arkadakilerin baskısından onu korumuş ve öylece beklemiş. Arkadaşımız Hacerü’l-Es’ad’ı doya doya öpmüş, gözyaşlarıyla onu adeta yıkamış. Sonra oradan uzaklaşmaya başlamış. Elinden tutup çeken ve sıradan bir insana benzemeyen zat ise ona son bir kere bakmış, tebessüm edip oradan ayrılmış. Şahs-ı manevi orada da arkadaşımıza şefaatçi olmuş.

Hacdan önce ya da sonra (ki bize sonra nasip oldu) Medine-yi Münevvere’ye de gidip Rasul-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizi ziyaret etmek gerekir. Ne var ki, onun huzuruna çıkabilmek tatlılardan tatlı ama zorlardan zor bir iştir. Ömrünüzde o kadar mahcup olduğunuz başka bir an belki de yoktur. Ya oranın Kutlu Sahib’i şimdi size, “Peygamberin huzuruna hediyelerle gelinir. Sen ne getirdin?” derse… Evet, peygamberler kabirlerinde sağdırlar. O da sağdır. Farklı bir buudda sizi duyar, sizden haberi olur ve meleklerin aracılığına bırakmadan selâmınızı bizzat kendisi alır. Elleriniz birbirine kenetli, el-pençe-divan durmuş, hâlinizi, acz ve fakrınızı sergilersiniz. Fakrınızı orada daha bir derin hissedersiniz… Hangi amelinizi, hangi hizmetinizi hediye olarak takdim edeceksiniz! Dudağınız kurur… Hıçkırıklar boğazınızda düğümlenir. Neyse ki, vatanınızda ve içinde bulunduğunuz kutlu kervanda O’na âşık nice gönül eri vardır. Selâmlarını yüklemişlerdir sırtınıza. Bir kenara çekilir, selâm gönderen insanların isimlerini sayar, onların halis niyetlerini şefaatçi hediye olarak arzeder ve muvâceheye yönelirsiniz. Sanki demir parmaklıklar aradan kalkacak… Sanki Nebî elinizi tutacak… Sanki her şeye rağmen mübarek eller başınızı sıvazlayacak… Ve sanki yıllarca karanlık bir odada, bir Kâbe resminde veya seccadenizden açılan pencerede aradığınız Sevgili orada bir daha kapamamak üzere perdeleri size açacak gibi olur.

Kanaatimce, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Nebevi’den gereğince istifade edebilmek “Mülâhazalarımızın Yeşil Kubbesi”, “Ravzâ”, “…Ve Gaybın Son Habercisi” başlıklı makaleler bir de o kutsal mekânlarda okunmalıdır. Namazlarla, salavât-ı şerifelerle, dualarla, iç yakarışlarıyla dolu dolu geçen günler arasında bir cumartesiyi kollayıp Kuba Mescidi’ne, bir başka gün Cennetü’l-Bakî’ye ve ardından Uhud’a gider… Sırayla sahabe efendilerimizi selâmlar, hatıralarını tazeler, her an ayrı bir his tufanı, duygu fırtınası ve romantizm yağmuruyla Medine’de kalırsınız. Orada saniyeler dahi bambaşka duygu, his ve hatıralara dâyelik eder ama bu yazı onları istiâba muktedir değildir.

Keşke o rüya mekân ve tatlı zamanları kıymetleri ölçüsünde anlatabilmek mümkün olsaydı! Heyhat… Her bir durağın sadece adını anmak bile epey vakit alır. Bu itibarla, haccın sırlarına ve letafetine dair bir hadise daha anlatıp mevzuyu noktalamak istiyorum;

Amerika’nın Long Island şehrinde yaşayan ve kafilemize oradan katılan bir Hanım ablamız, bir gün bir rüya görür. Rüyasında İstanbul Eyüp Sultan camiindedir ve ellerinde valizlerle hacca gidiyordur. O rüyadan sonra yüreğine mübarek toprakları ziyaret edip haccetme ateşi düşer. Bu sene gerekli olan başvuruları yapıp formaliteleri yerine getirir. Günü geldiğinde önce İstanbul’a, oradan da Cidde’ye doğru yola çıkacaklardır.

Gördüğü rüya üzerine hacca niyetlenen Hanım ablamız, İstanbul’da kaldığı süre içerisinde kendisinin vesilesiyle haccın nasip olduğuna inandığı Eyüp Sultan hazretlerini ziyaret edip Eyüp camiinde namaz kılmak suretiyle vefa borcunu ödemek ister. Namazını kıldıktan sonra yanında bulunan kızkardeşiyle birlikte Eyüp Camii yakınındaki bir yerde simit yer, çay içerken karşıdan aksakallı, sarıklı, cübbeli, elinde de asa gibi uzun bastonuyla bir amcanın, yanında birisiyle yürüdüğünü görürler. Amcanın yüzündeki nur dikkatlerini çekmiştir ve kızkardeşiyle “Ne mübarek birisi, yüzü ne kadar da nurlu” diye konuşurlar.

Hanım ablanın dini mevzularda hassas olan kardeşi der ki: “Abla bu amcanın gıybetini ettik, bak yarın da hacca gidiyorsun, ondan helallik almamız gerek!” O ise “Fakat biz onun hakkında kötü bir şey demedik ki, iyiliğine konuştuk! …” diye cevap verir. Kızkardeşinin ısrarı üzerine, o aksakallı zatın yanına giderler. Hanım abla çekindiği için biraz geride durmaktadır. Kız kardeş yaklaşıp “Amca biz sizin gıybetinizi ettik, sizden helallik istemeye geldik, ama sizin hakkınızda kötü konuşmadık, sadece çok nurlu bir yüzünüz olduğunu ve mübarek bir insana benzediğinizi söyledik. Bize hakkınızı helal edin” der.

“O sözü söyleyen, gıybeti eden gelsin” dercesine geride duran Hanım ablaya işaret edip onu yanına çağıran ak sakallı zat şöyle der: “Madem hacca gidiyorsun, öyleyse Medine’ye vardığın zaman Bilal-i Habeşi camiindeki Mihrali Hoca’yı bul, ona Eyüp Sultan’ın selamını söyle; hediyeni versin sana!”

Söylenenleri unutmamak için hemen defterini çıkarıp bir taraftan yazan Hanım abla, bir yandan da kadın başına bu selam emanetini nasıl ulaştıracağını düşünmeye başlar…

Önce Mekke’ye gidip hac vazifesini yapan, sonra da bizim kafileyle Medine’ye giden Hanım abla, verdiği sözü unutmamıştır. Kafile başkanımıza başından geçenleri anlattıktan sonra ondan rica eder “Hocam beni oraya götürün, taksi parasını falan ben veririm” der ve başka bir bayan arkadaşı, onun eşi ve hocayla birlikte giderler Bilal-i Habeşi camiine. Meğer kaldıkları otelin karşısındadır cami. Mihrali adında birisini sorarlar ve bulurlar.

Nermin Hanım’ın anlattıklarını dinleyen Mihrali hoca “Benim Eyüp Sultan adıyla tanıdığım kimse yok, o olsa olsa Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri’nin kendisidir” der ve ağlar. Selamı aldıktan sonra da “Bu akşam grubunuzla Medine müzesine gelin, hem size Peygamber Köyünü anlatayım hem de hediyenizi orada vereyim bacım!” der. Mihrali Hoca da hediye konusunda hazırlıklıdır, gördüğü bir rüya üzerine o da hediyeyi teslim edeceği insanı aramaktadır. Bir yakınım, Başından geçenleri kendisine anlatan Hanım ablaya meraklı bakışlarla sormadan edemez; “Hediyenizi aldınız mı, aldıysanız mahzuru yoksa ne olduğunu sorabilir miyim?” deyince “Kabe’nin örtüsünden bir parça” der ağlayarak… Ve sonra ekler “Bir helallik istemek ne kadar önemliymiş…” Evet, kul hakkı gözetmenin ve samimiyetin mükâfatı, burada Kâbe örtüsü olarak verilmişti; kim bilir ahirette daha hangi sürpriz hediyelere vesilelik edecektir.